21. Bu maddeye göre öncelikle diğer tarafın belirli bir hukuki işlemi yapması için onu korkutmaya yönelik bir eylemin bulunması ve bu eylemin hukuka aykırı olması gerekir. Bu eylem, korkutulan kişinin irade ve kararına etki etme amacıyla gerçekleştirilmelidir. Bir hakkın veya kanundan doğan bir yetkinin kullanılacağı tehdidi ile (dava açılacağı, icra takibi yapılacağı, şikayet hakkının kullanılacağı gibi) sözleşme yapıldığında ise bu hakkı veya yetkiyi kullanacağını açıklayanın, diğer tarafın zor durumda kalmasından aşırı bir menfaat sağlamış olması hâlinde, korkutmanın varlığı kabul edilir. Bu hükümle kişilerin hak ve yetkilerini kanunun öngördüğü amaç ve sınırın dışına çıkarak, bir sözleşmenin yapılmasında tehdit unsuru olarak kötüye kullanılması engellenmek istenmiştir.
22. İkinci olarak eylemin karşı tarafta esaslı bir korku uyandırmış olması, yani karşı tarafın kendisine veya yakınlarına yönelmiş ağır bir tehlike söz konusu olmalıdır. Bu tehlike, onların hayat ya da kişilik haklarına yönelik olabileceği gibi namus yahut mal varlığına yönelik de olabilir. Belirtilmelidir ki tehdidin yöneldiği hayat, kişilik hakları, namus gibi olgular Kanun’da sınırlayıcı olarak sayılmamıştır. Yine tehdit karşı tarafın kendisine ya da yakın akrabalarından birine yönelmiş olabilir. Ancak “yakın akraba” deyiminden kişinin sadece kan bağı ile bağlı olduğu akrabaları değil, kendilerine bağlı olduğu yakın çevresini oluşturan kişiler anlaşılmalıdır. Nitekim 6098 sayılı TBK’nın38. maddesinde “yakın akraba” ibaresi yerine, “yakınlarından biri” ibaresi kullanılmıştır. Tehdidin esaslı olup olmadığı ise korkutulan kişinin hâl ve mevkiine yani tehdide maruz kalan kişinin sübjektif durumuna (kadın veya erkek oluşu, yaşı, kültürü, yetişme tarzı, mesleği, eğitim ve ekonomik durumu vb.) göre belirlenmelidir. Bu belirlemenin her somut olayın kendi özelliklerine göre yapılacağı kuşkusuzdur. Tüm bu açıklamalar karşısında her türlü tehdit eyleminin değil de ancak Kanun’un aradığı ağırlıktaki korkutmanın karşı tarafın karar verme serbestisini ortadan kaldırarak iradeyi sakatlayacağı açıktır. Bunun için de kişinin yapılan korkutma eylemi sonucunda kendisi veya yakınlarından birinin zarara uğrayacağı endişesini ciddi olarak taşıması gerekir.
23. Üçüncü şart ise tehdidin derhal vuku bulacak bir tehlikeye ilişkin olmasıdır. Diğer bir anlatımla tehlike yakın olmalıdır. Kanun, tehlikenin hem ağır hem de yakın olmasını aramaktadır. Bu hükümden her tehdidin değil de sadece “ağır ve derhal vuku bulacak bir tehlike” oluşturan eylemlerin iptal nedeni oluşturacağı sonucu çıkmaktadır. Yakın tehlike ise tehdit edilen kişiye tehlikeyi önlemek için gerekli tedbirlere başvurma imkânı bırakmayan tehlikedir. Tehlikeyi önleme olanağı mevcut ise yakın bir tehlikenin varlığından bahsedilemez. Korkutmanın açıklanan bu koşulları 6098 sayılı TBK’nın 38/1. maddesinde; “Korkutulan, içinde bulunduğu durum bakımından kendisinin veya yakınlarından birinin kişilik haklarına ya da malvarlığına yönelik ağır ve yakın bir zarar tehlikesinin doğduğuna inanmakta haklı ise, korkutma gerçekleşmiş sayılır” şeklinde ifade edilmiştir.
24. Son şart ise korkutma eylemi ile yapılan sözleşme arasında illiyet bağının bulunmasıdır. İlliyet bağının bulunması için de korkutmanın, korkutulan kişinin işlem yapma iradesi üzerinde doğrudan etki etmesi ve hukuki işlem ya da sözleşmenin ikrahın etkisiyle yapılmış olması gerekir. Sebep sonuç bağının varlığını kabul için korkutma konusu tehlikenin
Hukuk Genel Kurulu 2017/1212 E. , 2021/304 K.
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
1. Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Bakırköy 4. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili 03.08.2011 tarihli dava dilekçesinde; İstanbul İli, Bakırköy İlçesi, 198 ada 10 parsel sayılı ana taşınmazdaki 3 ve 6 numaralı bağımsız bölümlerin müvekkili tarafından gerçek iradesine aykırı olarak, tehdit ve korkutma sonucunda zorla oğlu...'e devredildiğini, ...’in tek erkek evlat olup anne ve babasının yaşlılığından istifade ederek, gerek dava konusu taşınmazları gerekse Üsküdar’da anne adına kayıtlı olan taşınmazları tapuda satış göstererek üzerine aldığını, psikolojik sorunları olan ve tedavi gören...'in defalarca anne ve babasını dövdüğünü, taşınmazları devretmemeleri halinde her ikisini de öldürmekle tehdit ettiğini, ikrahın ancak...’in 31.10.2010 tarihinde ölümü ile ortadan kalktığını, taşınmazların ise kızı olan davalıya intikal ettiğini ileri sürerek, tapu kayıtlarının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı vekili cevap dilekçesinde; davanın bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde açılmadığını, müteveffa...'in davacı ile baba oğul olmasına karşın her bir bağımsız bölüm için 6.000,00TL ödeyerek taşınmazları satın aldığını, davacının hiçbir baskı altında kalmadan hür iradesi ile işlemi gerçekleştirip tapu müdürü önünde bedeli aldığını beyan ettiğini, devir tarihinde yaşlı olmayıp hukuki işlem ehliyetine sahip olduğunu, kırkbeş yıl boyunca oğlu ile birlikte yaşadığını, ...'in anne ve babasını tehdit ettiği ve dövdüğü iddiasının doğru olmadığını, aksine sürekli olarak onları koruyup kolladığını, Almanya’da üniversite okuduğunu ve maddi durumunun son derece iyi olduğunu, tapudaki işlem tarihinden itibaren üç yıl geçmesine karşın davacının herhangi bir suç duyurusunda bulunmadığını, Almanya’da şikayetçi olarak oğlunun kendisine yaklaşmasına çok kolay bir şekilde engel olabileceği hâlde bunu yapmadığını, Üsküdar’da bulunan işyeri için de devir tarihi üzerinden onbeş yıl geçmesine karşın Üsküdar 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2011/254 E. sayılı dosyasında dava açıldığını, esasen taşınmazlar oğlu adına kayıtlı iken bir sakınca görmeyen davacının taşınmazların miras yoluyla torununa kalmasını hazmedemediğini ve tamamen kötü niyetli olarak dava açtığını, ...’in ölümünden sonra gelini ve torununu döverek evden attığını, oysa ki müteveffa oğlunun Türkiye’deki tüm işlerini aldığı vekâletname ile davacının yürüttüğünü, ikrahın şartlarının gerçekleşmediğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
6. Bakırköy 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 02.10.2013 tarihli ve 2011/383 E., 2013/413 K. sayılı kararı ile; toplanan tüm delillere göre davacının oğlu olan... ile birlikte Almanya'da yaşadığı, ...'in uyuşturucu madde kullandığı, tedavi gördüğü ve çalışmadığı, sürekli olarak anne ve babasını öldürmekle tehdit ederek mallarını istediği, davacının tehdit ve korku nedeniyle dava konusu taşınmazları oğluna karşılıksız olarak tapuda devrettiği, ...’in 31.10.2010 tarihinde vefat ettiği, bu tarihe kadar tehdit ve baskıların sürmesi nedeniyle ancak ölümünden sonra davacı babanın bu davayı açtığı ve bir yıllık hak düşürücü sürenin dolmadığı, taşınmazların keşifte belirlenen gerçek değerinin de tapuda gösterilen bedelden çok yüksek olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı davalı vekili süresi içerisinde temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 02.03.2015 tarihli ve 2014/3673 E., 2015/3079 K. sayılı kararı ile;
“...Somut olaya gelince, çekişmeli taşınmazların temlik edildiği ... davacının ve eşinin tek erkek evladı olup, gerçekten de psikolojik rahatsızlıklarının bulunduğu, ...'nin anne-babası kardeşleri ve birlikte yaşadığı kadın ve ondan olma çocuğu davalı ile Almanya'da aynı evde oturdukları bilahare ayrı evlere taşındıkları, tarafsız tanıkların ...'nin kibar birisi olup, anne babaya saygısızlık yapacak kişilikte olmadığını bildirdikleri, buna karşılık davacının kızlarının ise yine tanık olarak dinlendikleri ve taşınmazların ikrah suretiyle ...'ye devredildiğini ifade ettikleri, ...'nin ölümünden sonra davacı ve eşinin torunları davalı ile görüşmek istedikleri ancak davalının bunu kabul etmediği gerekçe olarak da davacının annesini dövmesi olarak gösterdiği; davacının eşi Parlak tarafından da ...'ye 1996 yılında iki adet bağımsız bölüm temlik edildiği, yine ikrah hukuksal nedenine dayalı olarak anne tarafından da eldeki dava ile aynı tarihte iptal tescil davası açıldığı ve derdest olduğu toplanan deliller ve tüm dosya içeriğinden anlaşılmaktadır.
Taraflar Almanya'da yaşamakta olup, davacının ikraha maruz kalması halinde yetkili mercilere başvurduğunda gereğinin yapılacağı kuşkusuzdur.
Ne var ki; davacı böyle bir başvuru yapmamıştır. Esaslı korkuya maruz kalan, hatta korkutularak taşınmazları elinden alınan kişinin hiçbir makama başvuru yapmaması hayatın olağan akışına terstir. Kaldı ki, anne de ikraha maruz kaldığını iddia etmişse de, temlikten itibaren ...'nin ölümüne kadar 14 yıl geçmiş olup, bu süre zarfında sürekli tehdit altında yaşanması hiçbir mantıkla izah edilemez. Her ne kadar davacının kızları ikrah suretiyle temlikin yapıldığını bildirmişlerse de kızlar bu davanın kabulü halinde çıkarı olan kişiler olduklarından onların beyanlarına değil de tarafsız tanıkların beyanlarına itibar edilmesi gerektiği açıktır.
Tüm bu açıklamalar ışığında temlikin iradi olduğu, ikrahın koşullarının gerçekleşmediği anne ve babanın taşınmazlarını tek erkek evlatlarına maletmek istedikleri ancak onun ölümü üzerine taşınmazların evlilik dışı toruna kalması üzerine eldeki davanın açıldığı sonucuna varılmaktadır.
Hal böyle olunca davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir,..." gerekçesi ile karar oy çokluğuyla bozulmuştur.
Direnme Kararı:
9. Bakırköy 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 23.02.2016 tarihli ve 2015/492 E., 2016/46 K. sayılı kararı ile; davacının oğlu...'in uyuşturucu madde kullandığı, sinirli ve saldırgan bir yapıya sahip olduğu, birçok kez anne, baba ve kardeşlerine küfür ve tehditler savurduğu, onlara karşı şiddet uyguladığı, yine çok kez anne ve babasını odalarına hapsettiği, kesici ve delici aletlerle tehdit ettiği, uyuşturucu madde bağımlılığı nedeniyle uzun yıllar psikolojik tedavi gördüğü, bir işte çalışmadığı, anne ve babasının gelirine el koyarak yaşamını sürdürdüğü, bu kişilik yapısından kaynaklanan saldırgan ve tehlikeli davranışları nedeniyle anne, baba ve kardeşlerinin ondan çok korktukları ve davacının kendisine, eşine veya çocuklarına bir zarar verir korkusu ile dava konusu taşınmazları oğluna devretmek zorunda kaldığı, buna göre ikrahın şartlarının oluştuğu, oğlu sağ iken ondan korkan davacının yetkili makamlara başvurmasının beklenemeyeceği, ...'in ölümü ile korkunun etkisinin ortadan kalktığı ve bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde dava açıldığı gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından süresinde temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda toplanan deliller ve tüm dosya kapsamına göre davaya konu taşınmazların korkutmanın (ikrahın) etkisi ile temlik edilip edilmediği, varılacak sonuca göre davanın reddine karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
12. Bilindiği üzere, özel hukukta kişilerin irade özgürlüğüne sahip oldukları ve ancak kendi özgür iradeleriyle hak sahibi olup, borç altına girecekleri temel bir ilke olarak benimsemiştir. Bu temel ilkenin doğal sonucu olarak da borçlar hukuku alanında sözleşme özgürlüğü ilkesi esastır. Bu ilke sayesinde kişiler özel borç ilişkilerini, hukuk düzeninin sınırları içerisinde yapacakları sözleşmelerle özgürce düzenleme olanağı bulmaktadır. Bu bağlamda kişilerin işlem (sözleşme) iradelerinin sağlıklı olması ve gerçek iradelerini yansıtması büyük bir önem taşımaktadır.
13. Hukuki işlem, hukuk düzenince bizzat belirlenen şart ve sınırlar içinde, kişinin arzu ettiği amaçlara uygun hukuki sonuçlar doğuracağını kabul ettiği irade beyanıdır. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere irade açıklaması, bir hukuki işlemin temel kurucu unsurudur. Bu nedenle hukuki işlemin geçerli ve amacına uygun bir hukuki sonuç doğurabilmesi için o hukuki işlemi yapan kişi veya kişilerin sağlıklı bir şekilde oluşmuş iradelerinin bulunması ve yine bu iradelerinin istenilen hukuki sonuca uygun şekilde açıklanması gerekmektedir. Ancak çeşitli nedenlerle kişinin işlem iradesi oluşum ya da açıklama aşamasında sakatlanabilir. Bu sakatlık, iradenin özgür bir biçimde oluşmadığını veya gerçek iradeye uygun şekilde açıklanmadığını gösterir.
14. Bir sözleşme yapılırken taraflardan birinin işlem iradesinin oluşum veya beyanı aşamasında ortaya çıkan sakatlıklara irade bozukluğu denir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 22. b., Ankara 2017, s. 392).
15. İrade bozukluğu hâlleri mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda (BK) “Rızadaki fesat” başlığı altında “Hata”, “Hile” ve “İkrah” olarak 23 ila 31. maddeler arasında hükme bağlanmış iken, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 30 ila 39. maddeleri arasında bu defa “Yanılma”, “Aldatma” ve “Korkutma” başlıkları altında düzenlenmiştir.
16. Türk hukukunda irade bozukluğuna bağlanan yaptırım ise bir kesin hükümsüzlük (butlan) hâli değildir. Mülga BK'nın 23 ve devamı maddelerinde "...ilzam olunamaz." (BK.23), "...o akit ile ilzam olunmaz." (BK.28), "...kendi hakkında lüzum ifade etmez" (BK.29/I), TBK'nda ise "... bağlı olmaz." (TBK.30), "...sözleşmeyle bağlı değildir." (TBK.36 ve 37/1) şeklindeki ibareler kullanılmak suretiyle irade bozukluğuyla yapılan sözleşmelerin, iradesi hata, hile veya ikrahla sakatlanan kimseyi bağlamayacağı öngörülmüş ve bu kişiye belli bir süre içerisinde kullanabileceği iptal hakkı tanımıştır. Ancak karşı taraf sözleşme ile bağlı olup, irade bozukluğu hâllerinin yaptırımı tek taraflı bağlamazlıktır. Görüleceği gibi irade bozukluğu hâlleri, tüm hukuki işlemler yönünden oldukça önem taşımakta ve koşulları oluştuğu takdirde yapılan işlemin iptal edilmesi sonucunu doğurmaktadır.
17. Kanunlarımızda iradeyi bozan sebepler üç durum olarak hüküm altına alınmış olup, yanılma (hata), aldatma (hile) ve korkutma (ikrah) gerçekleşme biçimleri bakımından birbirinden farklıdırlar. Ayrıca irade bozukluğu sadece sözleşmelere özgü bir sakatlık hâli olmayıp, tek taraflı hukuki işlemler için de geçerlidir.
18. Korkutma (ikrah); bir kişinin yapmak istemediği bir hukuki işlemi, yapmadığı takdirde kendisinin veya yakınlarından birinin zarara uğratılacağı tehdidiyle yapması hâlinde ortaya çıkar. Böyle bir durumda kişinin gerçek iradesi ile korkutma sonucunda açıkladığı iradesi birbiriyle uyumlu değildir. Korkutma hâlinde bozukluk iradenin beyanında değil, iradenin oluşumundadır.
19. TBK’nın 37/1. (BK m. 29/1.) maddesine göre taraflardan biri, diğerinin veya üçüncü bir kişinin korkutması sonucu bir sözleşme yapmışsa, sözleşmeyle bağlı değildir. Ancak bir sözleşmenin korkutma ile sakatlanabilmesi, diğer bir anlatımla korkutmanın hukuken dikkate alınabilmesi için bazı şartların varlığı aranır.
20. Bu şartlar, somut olayda iptal istemine konu temlikin yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı BK’nın “İkrahın şartları” başlığını taşıyan 30. maddesinde;
“İkrah olunan taraf, hal ve mevkiine nazaran kendisinin yahut yakın akrabasından birinin hayat veya şahıs veya namus yahut malları ağır ve derhal vukubulacak bir tehlikeye maruz olduğuna kanaat getirdiği takdirde ikrah, muteber addolunur.
Bir hakkın veya kanuni salahiyetin isteneceği ve kullanılacağı tehdidi ile müzayakaya düçar olan kimsenin yaptığı akit, tehdit eden için fahiş menfaatler temin etmiyorsa; bu tehdit, ikrahı muteber addolunmaz. Fakat fahiş menfaatler istihsali için tehdit olunan tarafın müzayaka halinde bulunmasından istifade olunmuş olursa bu korku nazara alınır” şeklinde düzenleme altına alınmıştır.
21. Bu maddeye göre öncelikle diğer tarafın belirli bir hukuki işlemi yapması için onu korkutmaya yönelik bir eylemin bulunması ve bu eylemin hukuka aykırı olması gerekir. Bu eylem, korkutulan kişinin irade ve kararına etki etme amacıyla gerçekleştirilmelidir. Bir hakkın veya kanundan doğan bir yetkinin kullanılacağı tehdidi ile (dava açılacağı, icra takibi yapılacağı, şikayet hakkının kullanılacağı gibi) sözleşme yapıldığında ise bu hakkı veya yetkiyi kullanacağını açıklayanın, diğer tarafın zor durumda kalmasından aşırı bir menfaat sağlamış olması hâlinde, korkutmanın varlığı kabul edilir. Bu hükümle kişilerin hak ve yetkilerini kanunun öngördüğü amaç ve sınırın dışına çıkarak, bir sözleşmenin yapılmasında tehdit unsuru olarak kötüye kullanılması engellenmek istenmiştir.
22. İkinci olarak eylemin karşı tarafta esaslı bir korku uyandırmış olması, yani karşı tarafın kendisine veya yakınlarına yönelmiş ağır bir tehlike söz konusu olmalıdır. Bu tehlike, onların hayat ya da kişilik haklarına yönelik olabileceği gibi namus yahut mal varlığına yönelik de olabilir. Belirtilmelidir ki tehdidin yöneldiği hayat, kişilik hakları, namus gibi olgular Kanun’da sınırlayıcı olarak sayılmamıştır. Yine tehdit karşı tarafın kendisine ya da yakın akrabalarından birine yönelmiş olabilir. Ancak “yakın akraba” deyiminden kişinin sadece kan bağı ile bağlı olduğu akrabaları değil, kendilerine bağlı olduğu yakın çevresini oluşturan kişiler anlaşılmalıdır. Nitekim 6098 sayılı TBK’nın 38. maddesinde “yakın akraba” ibaresi yerine, “yakınlarından biri” ibaresi kullanılmıştır. Tehdidin esaslı olup olmadığı ise korkutulan kişinin hâl ve mevkiine yani tehdide maruz kalan kişinin sübjektif durumuna (kadın veya erkek oluşu, yaşı, kültürü, yetişme tarzı, mesleği, eğitim ve ekonomik durumu vb.) göre belirlenmelidir. Bu belirlemenin her somut olayın kendi özelliklerine göre yapılacağı kuşkusuzdur. Tüm bu açıklamalar karşısında her türlü tehdit eyleminin değil de ancak Kanun’un aradığı ağırlıktaki korkutmanın karşı tarafın karar verme serbestisini ortadan kaldırarak iradeyi sakatlayacağı açıktır. Bunun için de kişinin yapılan korkutma eylemi sonucunda kendisi veya yakınlarından birinin zarara uğrayacağı endişesini ciddi olarak taşıması gerekir.
23. Üçüncü şart ise tehdidin derhal vuku bulacak bir tehlikeye ilişkin olmasıdır. Diğer bir anlatımla tehlike yakın olmalıdır. Kanun, tehlikenin hem ağır hem de yakın olmasını aramaktadır. Bu hükümden her tehdidin değil de sadece “ağır ve derhal vuku bulacak bir tehlike” oluşturan eylemlerin iptal nedeni oluşturacağı sonucu çıkmaktadır. Yakın tehlike ise tehdit edilen kişiye tehlikeyi önlemek için gerekli tedbirlere başvurma imkânı bırakmayan tehlikedir. Tehlikeyi önleme olanağı mevcut ise yakın bir tehlikenin varlığından bahsedilemez. Korkutmanın açıklanan bu koşulları 6098 sayılı TBK’nın 38/1. maddesinde; “Korkutulan, içinde bulunduğu durum bakımından kendisinin veya yakınlarından birinin kişilik haklarına ya da malvarlığına yönelik ağır ve yakın bir zarar tehlikesinin doğduğuna inanmakta haklı ise, korkutma gerçekleşmiş sayılır” şeklinde ifade edilmiştir.
24. Son şart ise korkutma eylemi ile yapılan sözleşme arasında illiyet bağının bulunmasıdır. İlliyet bağının bulunması için de korkutmanın, korkutulan kişinin işlem yapma iradesi üzerinde doğrudan etki etmesi ve hukuki işlem ya da sözleşmenin ikrahın etkisiyle yapılmış olması gerekir. Sebep sonuç bağının varlığını kabul için korkutma konusu tehlikenin gerçekleşme ihtimalinin sözleşmenin kurulduğu anda mevcut olup, devam etmesi gerekir.
25. Korkutma (ikrah) ile beden üzerinde fiziki kuvvet kullanmanın (zorlamanın) farklı şeyler olduğunu da belirtmek gerekir. Zorlama maddi ve manevi olabilir. TBK’nın 37 ile 38. maddelerinde düzenlenen korkutma manevi zorlama durumunda söz konusu olur. Korkutma, korkutulanın zihince istenilen şekilde karar vermeye zorlayıp yönelten bir eylemdir. Kişinin bedeni üzerinde kullanılan kuvvet (maddi zor) hâlinde ise kişinin hiçbir şekilde sözleşme yapma iradesi bulunmadığından sözleşmenin kurulduğundan söz edilemez.
26. Diğer taraftan hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini kural olarak kendiliğinden araştıramaz. Bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini taraflar ispat etmelidir. Bir davada ispat yükünün hangi tarafa ait olacağı hususu; 4721 sayılı TMK’nın 6. maddesinde, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” şeklinde düzenlendiği gibi usul hukukunun en önemli konularından biri olan ispat yükü kuralı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 190. maddesinde de “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” şeklinde hüküm altına alınmıştır. Bu hükümler uyarınca ispat yükü, korkutma (ikrah) nedeniyle iradesinin sakatlandığını ileri süren davacı tarafa aittir. Davacının ikrahın varlığını yukarıda açıklanan koşullar kapsamında ispat etmesi gerekir.
27. Ayrıca, hata, hile ve ikrah iddialarının senede bağlanması mümkün olmadığından senetle ispat edilmesinde maddi imkânsızlık vardır. Bu nedenle hukuki işlemlerdeki irade bozukluğu iddiaları, HMK’nın 203/1-ç maddesinde senede karşı senetle ispat zorunluluğunun istisnaları arasında sayılmıştır. Sözleşme resmî senetle yapılmış olsa dahi TMK’nın “Resmî belgelerle ispat” kenar başlıklı 7. maddesi “Resmî sicil ve senetler, belgeledikleri olguların doğruluğuna kanıt oluşturur. Bunların içeriğinin doğru olmadığının ispatı, kanunlarda başka bir hüküm bulunmadıkça, her hangi bir şekle bağlı değildir” hükmünü taşıdığından, korkutma (ikrah) olgusunun tanık dâhil her türlü delille ispatı mümkündür.
28. Tüm bu açıklamalar kapsamında somut olaya gelindiğinde; İstanbul İli, Bakırköy İlçesi, Osmaniye Mahallesi, 10 parsel sayılı taşınmazda davacı adına kayıtlı 5 ve 6 numaralı bağımsız bölümler 05.05.2008 tarihinde toplam 12.000YTL bedelle davacı ve eşinin tek erkek evladı olan...’e satış suretiyle temlik edilmiş olup, ... uzun yıllar boyunca anne ve babası ile birlikte Almanya’da yaşadıktan sonra 31.10.2010 tarihinde vefat etmiştir. Davacı baba taşınmazları psikolojik sorunlar yaşayan oğlunun tehdit ve korkutması nedeniyle devretmek zorunda kaldığını ileri sürerek eldeki davayı açmıştır.
29. Gerçekten de Almanya’da psikiyatri doktorları tarafından düzenlenen rapora göre...’in bir takım psikolojik rahatsızlıklarının bulunduğu, davacı tanık beyanlarına göre de uyuşturucu kullandığı, sinirli yapıda olup anne ve babasına hakaret ve küfürler ettiği, zaman zaman da hastane ve klinikte yatarak tedavi gördüğü anlaşılmakta ise de davacı tanık beyanlarının ikrahın gerçekleştiğini kabul etmek için yeterli olduğunu söyleme olanağı bulunmamaktadır. Çünkü yukarıda açıklandığı gibi ikrahın şartlarından biri de tehdidin derhal vuku bulacak bir tehlikeye ilişkin olmasıdır. Yakın tehlike ise tehdit edilen kişiye tehlikeyi önlemek için gerekli tedbirlere başvurma imkânı bırakmayan tehlikedir. Tehlikeyi önleme olanağı mevcutken yakın bir tehlikenin varlığından bahsedilemez. Bu nedenle Almanya’da yaşayan ve Türkiye’ye de gelip giden davacının ciddi bir ikraha maruz kalması hâlinde yetkili mercilere başvurup tehlikeyi önleme imkânına sahip olduğu açıktır. Oysa ki taşınmazların devrinden sonra oğlunun öldüğü tarihe kadar aradan üç yıla yakın süre geçmiş olmasına karşın sürekli tehdit atında kaldığını ileri süren davacı böyle bir başvuruda bulunmamıştır. Esaslı korkuya maruz kalan, hatta korkutularak taşınmazları elinden alınan kişinin hiçbir makama başvuru yapmaması hayatın olağan akışına uygun değildir. Dava dışı anne de Üsküdar’da bulunan iki adet bağımsız bölümünü 1996 yılında oğlu...’e devretmiş, devrettiği bu taşınmazlar hakkında eldeki davada olduğu gibi ikrah hukuksal nedenine dayalı olarak aynı tarihte tapu iptali ve tescil isteği ile dava açmıştır. Aradan ondört yıl geçtikten sonra baba ile aynı şekilde süregelen bir ikraha maruz kaldığını iddia ederek dava açmış ise de iddianın kanıtlanamadığı ve hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle dava reddedilmiş ve temyiz incelemesinden geçen ret kararı onanmak suretiyle kesinleşmiştir.
30. Tüm bu hususlar karşısında oğlunun psikolojik durumu, sinirli karakteri ve geçmişte yaşanan bir takım olaylar nedeniyle davacının korku duyması mümkün olmakla birlikte bu korkunun iradeyi bozacak nitelikte ağır ve derhal meydana gelecek bir tehlikeye ilişkin olduğu söylenemez. Dolayısıyla ikrahın şartları gerçekleşmemiş olup, mahkemece davanın reddine karar verilmelidir.
31. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, dosyada mevcut doktor raporlarına göre şizoid, paranoid kişilik bozukluğu bulunan...’in uzun yıllar boyunca tedavi gördüğü, dinlenen davacı tanıklarının da...’in sinirli ve saldırgan bir yapıya sahip olduğunu, ayrıca uyuşturucu madde bağımlısı olup müteaddit defalar herkesin yanında anne baba ve kardeşlerine küfür ve tehditler savurduğu, yine anne babası ile kardeşlerine karşı şiddet uyguladığı, zaman zaman kesici delici aletlerle onları tehdit edip odalarına kapattığı ve uzun süre dışarı çıkmalarına izin vermediği, hiç bir işte çalışmadığı, geliri bulunmadığından anne ve babasının gelirlerine el koyarak yaşamını sürdürdüğü, bu kişilik yapısı nedeniyle anne ve babasının ondan çok korktukları, kendileri ile diğer çocuklarına bir zarar vereceği korkusu ile yaşamlarını sürdükleri, bunlar dışında davacı babanın 1930 doğumlu olup temlik tarihinde 78 yaşında olduğu, resmî akde göre dava konusu bağımsız bölümlerin toplam 12.000YTL bedelle devredildiği, davalının da cevap dilekçesinde bu miktarın ödenerek taşınmazların satın alındığını savunduğu, oysa ki bu miktarın taşınmazların gerçek değerinin yaklaşık yirmide biri kadar olduğu, çalışmayan ve geliri olmayan...’in de İstanbul’da iki ayrı bağımsız bölümü satın alacak maddi gücünün bulunmadığı, davacının yaşı ve tüm bu olaylar silsilesi bir arada değerlendirildiğinde somut olayda taşınmazların ikrahın etkisi ile devredildiğinin sabit olduğu, bu nedenle mahkemece davanın kabul edilmesinin usul ve yasa hükümlerine uygun olup, onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
32. Hâl böyle olunca; mahkemece Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
33. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 18.03.2021 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.